17 Şubat 2014 Pazartesi

Yine mi Amasra Yine mi Rakı-Balık

Yine mi Amasra Yine mi Rakı-Balık


Bir Eylül akşamı Eymir’de bisiklet turu sonrası yaptığımız balık-ekmek ritüelimiz esnasında, balık yemeye gidelim muhabbetimiz olgunlaşır, gelişir ve Amasra’da rakı-balık-salata etkinliği olarak karşımıza çıkar.  Rota belli, motivasyon tamam peki ya tarih? 14-15 Eylül tarihleri için bir ekip oluştu, ama bu tarihte gidemeyenler ne yapsın? Paylaşılan fotoğraflar ve anlatılanlarla mı yetinsin sadece? Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar demişler. O tarihlerde gidemiyorsanız 21-22 Eylül’de Alternatif Amasra etkinliği var, gel aksiyoncu geeeelll…


Öncü ekip Amasra gezisini tamamlar, rotayı, gezilecek yerleri, konaklanacak yeri bizimle paylaşır. Biz de bu ekibin programından biraz (!) esinlenerek kendi programımızı oluştururuz. Sonuçta, madem programın yapılmışı var üzerine daha fazla kafa yormaya ne gerek var, öyle değil mi?

21 Eylül Cumartesi sabah Hamuki’nin kaptanlığında yola koyuluyoruz. Herkes elindeki avucundaki müzik CD’lerini getirmiş, her telden çalıyoruz. Hava biraz kasvetli olsa da Karadeniz müziklerinin çalmaya başlamasıyla havamızı buluyoruz. Neticede Batı’sı da olsa Karadeniz’e doğru gidiyoruz. Ayşenur Kolivar’ın bizi horona davet eden şarkısı ve Murat’ın horona hakimiyeti bizleri iyice cesaretlendirmiş olacak ki, en uygun yerde arabayı sağa çekiyoruz. Bir an bile tereddüt etmeden arabadan iniyoruz ve başlıyoruz horona…Uyyyy aksiyon uşakları…

Horonla birlikte kendimize geldikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Amasra’ya doğru giden yolda ilk durağımız Safranbolu. Safranbolu çarşının arnavut kaldırımlı sokaklarında yürürken bir şekerci dükkanı bizi cezbediyor. Safranlı lokumlarla birlikte bakır fincanlarda sunulan kahvelerimizi afiyetle içtikten sonra, safranlı krem ve safranlı sabunlarımızı alıp safran üçlemesini tamamlayıp buradan ayrılıyoruz.


Amasra-Safranbolu arası ağaçlarla kaplanmış bir yoldan geçiyoruz. Sonbaharın gelişini hatırlatan birkaç sarı yaprak dışında, önümüzde upuzun yeşil bir yol var.


Bu güzel yolu geride bırakıp biraz daha mesafe katettikten sonra Amasra’ya ulaşıyoruz. Konaklayacağımız yer Çakraz’da... Öncelikle Amasra’ya tepeden bir göz atıp, Çakraz’daki otelimize gidip eşyalarımızı bırakıyoruz ve hiç vakit kaybetmeden Gideros’a doğru yol alıyoruz. Gideros’a giden yol çok iyi sayılmaz ama doğal güzelliklerimizi de başka türlü koruyamıyoruz sanırım. Gideros’a yanımızda Selahattin Amca’ya teslim edilmek üzere bir emanetle geldik, öncü ekibimizin bir hafta önce veremediği bir emanetimiz var, yükümüz ağır. Arkadaşlarımızın bize tarif ettiği yere mi geldik çok emin değiliz ama merdivenleri inmeye başlıyoruz. Bizi ilk karşılayan yaban ördekleri oluyor, kendilerini selamladıktan sonra, Gideros’un büyüleyici manzarası ile tanışıyoruz.



Gideros’a cennet koy diyebilir miyiz acaba? Sabah yola çıktığımızdaki puslu havadan da eser kalmadı. Burası huzur veriyor insana, bakmaya seyretmeye doyamıyorsunuz. Kimse bilmesin kimse keşfetmesin burayı, hep böyle sakin, huzurlu kalsın.Manzara gayet güzel ama biraz acıktık galiba. Zaten biz buraya balık yemeye gelmedik mi? Madem öyle daha fazla vakit kaybetmeye gerek yok. Gelsin balıklar... 




Denizin üstündeki özel masa dikkatimizi çekiyor önce. 




 







Büyük bir kararlılıkla balıklarımızı orada yemek için ilerliyoruz, bir güzel yerleşiyoruz buraya ama karayla bağlantımız kesilince grupta bir rahatsızlık peydah oluyor ve alışageldiğimiz gibi ayaklarımızın yere basacağı masalardan birine yerleşiyoruz.

Bu arada Selahattin Amca istirahatte, kendisini beklerken yanında çalışan kişi (ne yazık ki ismini hatırlayamadık) bizimle ilgileniyor. Hem mutfakta balık pişiriyor, salata hazırlıyor, hem bize hizmet ediyor hem de tüm sorularımızı cevaplıyor. Tek başına sergilediği performansa hayran kalmamak elde değil. Balıklarımız geliyor en lezizinden, en güzelinden…Biz mi çok acıkmışız yoksa bu balıklar mı çok güzel, yoksa bu eşsiz ortam mı herşeyi güzelleştiriyor bilinmez ama afiyetle balıklarımızı ve salatamızı yiyoruz. Üzerine ikram edilen helvalarımız da ayrı bir lezzetli sanki, kesinlikle daha önce yediklerimizden çok farklı.

Biz balıklarımızı afiyetle yedikten sonra nihayet Selahattin Amca’yla karşılaşıyoruz. 


 
Biraz sohbet edip, kendisine emanetini veriyoruz. Yıllar öncesinden gelen bir hediye, Özgür’ün 15 yıl önce çektiği fotoğrafı kendisine büyük bir zevkle teslim ediyoruz. Sigara içerken çekilmiş bir fotoğraf, neyse ki artık sigarayı bırakmış...




Gideros’tan ayrılma vakti geldi. Amasra’ya doğru ilerlerken Kurucaşile’yi de görmek lazım. Burası küçük, kendi halinde bir kasaba. Limanda birkaç tekne var, balıkçılar ağlarını toplarken kıyıda balık tutan çocuklara rastlıyoruz.



Gideros’un büyüsünden henüz kurtulamadık ama Kurucaşile’nin de farklı bir havası var. Burada çok fazla vakit kaybetmiyoruz, limanda biraz turladıktan sonra Amasra’ya doğru hareket ediyoruz.

Amasra’da Çekiciler Çarşısı’nda biraz gezdikten sonra kaleye doğru ilerliyoruz. Kalenin tepesinde yer alan ağlayan ağacın yamacında tavşan adasına karşı ıhlamurlarımızı yudumlayıp kararmaya başlayan havada tavşanları görmeye çalışıyoruz. Ihlamurun etkisiyle artan farkındalığımız bazı şeyleri sorgulamamıza sebep oluyor. Amasra’ya rakı-balık yapmak için geldik madem neden manzaraya karşı ıhlamur içiyoruz, rakı-balık yapcaz ama Gideros’ta tıka-basa yedik, akşama balık yiyecek durumda değiliz, ayrıca bir önceki ekip güneşin batışını izlemişti biz neden göremedik bu güneşin batışını, Amasra’da rakı-balık yaptıktan sonra Çakraz’daki otele gidip ertesi gün otelden ayrılcaz, o zaman biz neden Çakraz’da kalıyoruz, hem bu tavşanlar da nerede arkadaş? Yok yok önceki gruba güvenmekle hata ettik galiba. 

Kafamızdaki soru işaretlerini bırakıp bir önceki grubun bir hafta önce yer bulamadıkları için başka bir yerde oturmak zorunda kaldıkları yere gidiyoruz. Burda yer bulmak mümkün değil biliyoruz, biraz sıra bekleriz belki derken hiç sıra beklemeden olabilecek en güzel masaya tam köşeye alıyorlar bizi. Artık eminiz, önceki grup bizi kesinlikle kandırdı. Vay arkadaş, sırtımızdan vurdular, işte buna içilir!!!

Bizde balık yiyecek hal yok ama madem buraya kadar geldik az da olsa ortaya birşeyler söylüyoruz. Bizim karnımız tok yiyeceklerde gözümüz yok, rakı sofrasında da aslolan muhabbet zaten gerisi bahane. Rakımız bitiyor ama muhabbet bitmiyor. Neyseki otelimizin kocaman bir balkonu var, balkonda Karadeniz’in nispeten sakin dalgaları eşliğinde muhabbete devam ediyoruz.


Ertesi gün sabah uyandığımızda neden Çakraz’da kaldığımızı anlıyoruz :) Çok şanslıyız hava güneşli, deniz kenarında sakin ve huzurlu bir şekilde kahvaltımızı yapıyoruz...Bize eşlik etmek isteyen sevimli  köpek dostlarımızın da karnını doyurmayı ihmal etmiyoruz. Kahvaltı sonrası sıra deniz keyfinde hem hava da günlük güneşlik ama yine de denize girme konusunda tereddütü olanlar var. O zaman haydi beyler siz denize biz bayanlar da denize karşı kahve keyfi yapalım madem :)

Volkan, Hamuki ve Murat serin sulardan daha az serin kumlara (mevsim itibariyle sıcak diyemiyoruz) kendilerini attıktan sonra yüzlerindeki ifadeden anlıyoruz ki yüzme onları kesmedi, biraz daha spora ihtiyaçları var. Sonuçta, bizler spor yapmayı severiz, her fırsatta her ortamda sporumuzu yapmayı asla ihmal etmeyiz. O zaman Çakraz sahillerinde çıkacağımız içsel yolculuğumuza hoşgeldiniz :) 




 



Yoga yapmak insana tabii ki huzur veriyor da bu beyler de biraz fazla sırıtıyorlar sanki...










Şu yüzünü kumlara gömen arkadaş da muhtemelen üçüncü gözünü arıyordur...

Otelden ayrılma vakti geldi. Ancak tam o sırada şiddetli bir yağmur bastırıyor, Karadeniz’in havası belli olmuyor işte. Neyse biz sabah güzel yüzünü gördük kendimizi şanslı hissediyoruz. Yağmur biraz dindikten sonra otelden ayrılıyor ve Çakraz’a veda ediyoruz. 


Otelden ayrılma vakti geldi. Ancak tam o sırada şiddetli bir yağmur bastırıyor, Karadeniz’in havası belli olmuyor işte. Neyse biz sabah güzel yüzünü gördük kendimizi şanslı hissediyoruz. Yağmur biraz dindikten sonra otelden ayrılıyor ve Çakraz’a veda ediyoruz. 


Amasra’da gezecek vaktimiz var. Gün ışığında Amasra’yı keşfe çıkıyoruz. Marina’da biraz yürüyelim derken kendimizi marinadan alamıyoruz. 


Dalgakıranın duvarındaki grafitilerden her biri bizim için ayrı bir hikaye. Hepsine ayrı bir özen gösteriyor, hepsiyle ilgileniyor, hepsini fotoğraflamadan ilerleyemiyoruz.
  







Ankara’ya dönme vakti yaklaşıyor, deniz kenarında oturup son keyfimizi de yaptıktan sonra yola koyuluyoruz. Göremediğimiz tavşanlar, izleyemediğimiz günbatımı bir dahaki sefere görüşmek üzere...



Yazı, Video ve Fotoğrafların Her Hakkı Nihan Moralı ve K.H.B.A.G. na aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder