12 Mayıs 2014 Pazartesi

KIPRIS ADASINDA 3 GÜN



KHBAG’ın uçak bileti promosyonlarından sorumlu arkadaşımız Hamuki, taaaaaa 2013’ün Eylül ayında, 2014’ün 1 Mayıs’ı için Kıbrıs bileti aldırdı bize, ucuz diye. Eylül’den Mayıs’ı planlamak... “Allah kerim” dedik, başladık beklemeye. Vakit yaklaştıkça ufak ufak organizasyona da başladık. Kalacak yer, araba kiralama, gezilecek görülecek yerler listesi derken, o gün geldi çattı.



Lefkoşa’ya indik, aracımızı bulduk. Volkan geçti direksiyona. Direksiyon, sağda. Trafik de sağdan akıyor. Gelmeden önce, Kıbrıs’ı bilen bir tanıdıkla sohbetimizle hararetli bir şekilde uyarmıştı beni “Aman ha ! Şoförlü araba kiralayın. Her sene mutlaka ölümlü kaza oluyor” diye. 7 kişi + Yusuf Yusuf olaraktan çıktık yola. 

Murat’ın başarılı co-pilotluğunun da yardımıyla, Volkan çok çabuk adapte oldu ters trafiğe. Lefkoşa merkeze giderken, lokal bir Kıprıs’lı vatandaşımızı durdurup yol sorma gafletine düştük. Adamceğiz sabah sabah sarhoş muydu neydi, dediklerinden bir kelime bile anlamadık ama sonuna kadar dinledikten sonra, “eyvallah teşekkür ederiz” deyip gazladık. O kadar kelime arasından sadece “round” kalmış aklımda. Bizim göbek dediğimize onlar “round” ya da “çember” diyorlar. Çemberleri sevdik çünkü geçiş üstünlüğü çemberden gelenlerde =D 

Eski Lefkoşa’yı bulduk. Bizi ilk karşılayan Venedik Kulesi oldu.



Sonra Büyük Han’a gittik. Büyük Han Osmanlı yapısı. İngilizler zamanında hapishane olarak kullanılmış. Şimdi ise kafelerin, restoranların ve mağazaların olduğu bir yapı.


St. Sophia Katedrali, gotik bir eser. Adaya 300 yıl boyunca hakim olan Lüzinyanlar Döneminde yapılmış. Osmanlı’nın adayı fethetmesiyle “Selimiye Camii”ne dönüşmüş.



Otelimiz Girne’deydi. Lefkoşa’da fazla oyalanmayalım bir an önce yola koyulalım dedik. Ama sonradan aklımız burada kaldı. Hakettiğince gezemediğimiz için üzüldük. Karnımızı doyurup yola çıktık. Yol üzerinde olduğu için önce St. Hilarion Kalesi’ne uğrayalım dedik. Kaleye “Disney Şatosu” da deniyor çünkü Walt Disney’in “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” çizgi filmini yaparken bu kaleden esinlendiği söyleniyor. Ortaçağ’da Arap akınlarına karşı Ada’yı korumak üzere inşa edilen Kale için rahatlıkla “hayatımda gördüğüm en etkileyici, en güzel Kale” tanımlamasını yapabilirim.




Kalede uzun uzun zaman geçirdikten sonra, otelimize yerleştik. Akşam yemeği için bize önerilen “Niazi”ye dışarıdan şöyle bir bakıp, beğenmeyip, limandaki daha “sempatik” bulduğumuz restoranlardan birine gidelim dedik. Bize menüyü sayıp, şu şu kadar bu bu kadar ama size şu kadar olur, üstüne bir de ortaya şundan bundan yaptırırım diyen amcaya “Amca biz seni sevdik. Şöyle bir dolaşalım önce” dedik. Başka yerlere baktık, yine bu sevdiğimiz amcada karar kıldık. Mezelerle karnımızı farkına varmadan tıka basa doyurunca, sonradan gelen balıklar kedilere gitti. 

Gazimağusa-700 Yaşındaki Ağaç-Salamis Antik Kenti ve daha neler neler
Ertesi gün, programımız epey doluydu. Önce Gazimağusa’yı gezdik. Burası bana ve Volkan’a Küba’yı çağrıştırdı. Şehri çevreleyen surların tepesine çıkıp, kuşbakışı seyrettik önce Gazimağusa’yı. Sonra sokaklara daldık.



 

İlk karşımıza çıkan yapı bir kilise oldu. Grekler’in St. George Kilisesi.

 
Buradan yine eski şehire doğru yürüdük. St. Nicholas Katedrali vardı bu kez karşımızda. Şimdiki Lala Mustafa Paşa Camii. Burası da görkemli, etkileyici bir Gotik mimariye sahip.


Katedralin en güzel yeri ise, avlusunda bulunan 700 yaşındaki “Cümbez” ya da Tropikal İncir Ağacı. Katedralin inşasına başlanan 1298 yılında dikildiği söylenen ağacın gövdesi, 2.70 metreden sonra 7 dala ayrılıyormuş. Yılda 7 kez meyve veren ağacın kökleri Doğu Afrika’daymış. Meyvesinin güzel olması, sıcak yerler için kapalı gölge bir mekan oluşturması, kerestesinin mobilya yapımı için değerli olması gibi nedenlerle eski Mısırlılar döneminden beri önem taşıyan bir ağaçmış. Ağacın meyvelerine Firavun meyvesi denmesini buna bağlıyorlar. 


Kendi aramızda “bu ağaç 700 yıllıkmış” diye konuşurken, bir yandan da ağaca dokundum. Kucaklayamadım çünkü arada demir vardı. Beni gören bir amca da geldi dokundu ağaca. Sonra da “La bu ağaç var ya, 700 yıllıkmış. Bi fotoğrafımı çek bakiiim” dedi arkadaşına. Türklere özgü müdür yoksa tüm insanlara özgü müdür bilemedim ama sürü psikolojisi diye bir şey var hakkaten. Bir keresinde de, Kaputaş Plajı’nda otururken arkadaşımla kumları bacağımıza sürmeye başladık öylesine. Arkadaşıma “iyice sürelim, selülitlere iyi geliyormuş bu plajın kumları” dedim geyiğine. Yanımızda oturan kadın bunu duyunca o da kumları bacaklarına sürmeye başlamıştı. Gördüğünüz gibi, kitleleri peşinden sürükleyebilen, kanaat önderi olma özelliğine sahip bir kişiliğim var =P 

Katedralle ve 700 yaşındaki ağaçla vedalaşıp, Venedik Sarayı diye tabir edilen yapılara doğru yürümeye başladık. 


Burada, “Vatan yahut Silistre” adlı eseri dolayısıyla Kıbrıs’a sürgün edilen Namık Kemal’in zindanı vardı.


Shakespeare’in Othello oyununa konu olan hikayenin geçtiği 15. yy Venedik yapısı Othello Kulesi’ni bulamadan, meydanda bir kahve içemeden Salamis Harabelerine doğru yola koyulduk. Çünkü görülecek çok yer vardı ama zamanımız azdı.

Salamis’in geçmişi İ.Ö 11. yüzyıla uzanıyormuş. Fenikelilerle sıkı ticaret ilişkileri olan zengin bir kentmiş. Pers İmparatorluğu’nun, Mısır’daki Ptoleme Krallığı’nın, Roma ve Bizans İmparatorluklarının egemenliğinde bulunmuş. Arap akınları kentin sonunu getirmiş. Neyse bu kadar ansiklopedik bilgi yeter ama Kıbrıs’a gidip de Salamis’i görmemek olmaz.

Salamis’ten çıktık yola, Karpaz-Dipkarpaz’a doğru. Niyetimiz ilk önce meşhur Altın Kumsal’ı bulmak, yüzmek. Araya sora bulduk. Gerçekten de altın gibi kumsalı, akvaryum gibi suyu var. Yüzmelere doyamadık. Altın Kumsal boyunca birkaç tesis var. Bungalowlar, restoranlar, kafeler. Bir iki gece buralarda kafa dinleyip, Altın Kumsal’ın muhteşem sularına doyduktan sonra Girne ve Lefkoşa’ya gitmek bize daha mantıklı geldi. Teko’s Beach’de karnımızı doyurduktan sonra tekrar yola koyulduk. 
Niyetimiz önce Apostolos Andreas Manastırı’nı görmek. Sonra da adanın en uç noktası olan Zafer Burnu’na gitmek. Yolda da Karpaz Milli Parkı’nın hür eşeklerini görebilmek için gözlerimizi dört açıyoruz. Şansımıza, bir tanesi çıkıyor yolumuza. Arabayı durdurup epeyce sevişiyoruz. Kapıyı açsak, içeri girip bizimle oturacak neredeyse. Meraklı şey arabanın etrafında dört döndü. Bütün camlara burnunu uzattı durdu.



Arkadaşımız eşşeğe zar zor veda edip, Apostolos Andreas Manastırı’na geldik. Hz. İsa tarafından papazlığa çağrılan ilk kişi olmasından dolayı, Andreas’ın dini unvanı “ilk çağrılan” anlamında “O Protoklitos”muş. Hıristiyan inancına göre İsa'nın havarilerinden Andreas deniz yoluyla Kutsal Topraklar ve Kudüs'e giderken gemide su sıkıntısı baş göstermiş. Andreas gemiden inerek manastırın bulunduğu yere bastonuyla vurmuş. Vurduğu yerden su fışkırmaya başlamış. Bir gözü kör olan geminin kaptanı, bu suyla yıkayınca görmeye başlamış. 



Manastırdan sonra, Zafer Burnu’na gitsek mi gitmesek mi derken, Girne’ye dönmeye karar veriyoruz. Akşam olmak üzere, trafik zaten tersten akıyor, karanlığa kalmaktan korkuyoruz. Otele dönmeden önce, Bellapais’e uğruyoruz. Çünkü Yelda sıkı sıkı tembihlemişti bizi: “Bellapais gündüz de çok güzel ama gece harika bir ışıklandırması var mutlaka görün” diye. Yelda Sultan tavsiye etmiş, uymamak olur mu ? Olmaz. Gittik. Gördük.


Canımız kahve içmek istedi. Sokak arasında bir mekana rastladık. "Kahve var mı” diye sorduk. Sormaz olaydık. Garson, “kahve yok” dedi. Sonra da alaycı bir ifadeyle, “zaten bu kılıkla içeri giremezsiniz” demez mi ! Arkadaşım tamam, kahven var mı diye sormuşuz, yok demişsin. Tam arkamızı dönüp gitmek üzereyken, kıyafetimizi ne karıştırıyosun mevzuya ? Ne gereği var di mi ? Oradan çıkıp bir restorana giriyoruz. Vakit zaten geç olmuş. Yemek saati geçmiş. Ama kahveleri vardır diyoruz. Sertaç bir sorup geleyim diyor. Biz de bu arada Sertaç’ın arkasından dalıyoruz restorana. Böyle bahçe içinde çiçekli yeşillikli güzel bir mekan. Sertaç mekanın artık sahibi midir işletmecisi midir nedir bir amcayı bulmuş. “Kahve içebilir miyiz” diye sormuş. Adam, konuşmaya bile tenezzül etmemiş sevgili okur ! Gözleriyle Sertaç’ı ayaklardan başa doğru şöyle bir süzmüş ve kafasını bile sallamamış yaaa, gözleriyle “olmaz” anlamına gelen bir bakış atmış sadece. Kös kös oradan da çıktık. İntikam yeminleri ederek Girne’ye döndük. Girne’mizin gözünü seveyim. Hemen çöktük Liman’daki kafelerden birine. Ne kıyafetimize laf eden oldu ne gözüyle süzen. Ne istediysek getirdiler. :D

Girne Kalesi-Mavi Köşk-Karmi Köyü-Bellapais
Girne’deki son tam günümüz. Sabah Girne Kalesi’ni gezerek başlıyoruz programımıza. Bu kale de çok güzel. Ama bir Hilarion değil =P




Kaleden sonra Mavi Köşk’e gidiyoruz. Mavi Köşk, İtalyan asıllı bir Rum olan Kıbrıs doğumlu Paulo Paolides’in. Paolides, dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’un avukatı ama aslında bir silah kaçakçısı. Köşkün her odası ayrı bir renkte. Duvarlar ne renkse eşyalar da o renk. Bayan misafirler için yaptırıldığı söylenen süt havuzunda Sophia Loren’in de yıkandığı söyleniyor. Paolides, 1974 Barış Harekatı sırasında, kendi yaptırdığı gizli tünelleri kullanarak İtalya’ya kaçıyor. Kaçarken de bu tünelleri patlattığı söyleniyor. Bir gün Köşk’üne geri dönme hayalleri kuran Paolides, İtalya’da bir mafya toplantısında öldürülmüş.

Mavi Köşk’ten sonra rotamızı eski adı Karmi, şimdiki adı Karaman olan köye çeviriyoruz. Kıbrıs’ın İngiliz sömürgesinde olduğu 1878-1960 yıllarında adayı ziyaret eden İngilizler, hayallerindeki yer olarak tanımladıkları Girne’ye yerleşmişler. Siyasi gerginlikler sonucu bir kısmı Ada’yı terketmiş, bir kısmı burada kalmayı tercih etmiş. Savaştan sonra KKTC hükümeti Girne’de dağınık şekilde yaşayan Kıbrıs’lı yabancıları, eski bir Rum köyü olan Karmi’ye, evleri onarmaları koşuluyla yerleştirmiş. Bu insanlar da burada bir masal köyü oluşturmuşlar. Yeşillikler, çiçekler içerisinde, beyaz badanalı mavi panjurlu, mavi kapılı evler. Öğlen karnımız acıkınca bir kafeye oturduk. Self servis yazıyodu. İçeri girdik biz de. “Yiyecek ne var” diye sorduk. Aldığımız cevap; “Dışarıda menü var. Orada ne yazıyorsa o vardır” oldu. 


 

Bu masal köyüne de veda ettikten sonra, hedefimiz Bellapais Manastırı. Hani bir önceki gece kıyafetlerimizin beğenilmediği yer. Bellapais de gotik mimarinin etkileyici örneklerinden biri. Manastırın eşsiz güzellikte manzarası var.




Bellapais’de manastırın yanı sıra, 1953-1956 yılları arasında orada yaşamış olan ve oradaki hayatını “Acı Limonlar-Bitter Lemons” adıyla kitap haline getiren İngiliz yazar Lawrence Durell’in evi de var.




Durell’in kitabında, Tembellik Ağacı denen ağacın altında köylülerin tembel tembel oturup söyleştikleri anlatılıyor. Şimdi o ağacın altında bir kafe var. 


3 güne çok şey sığdırmaya çalıştık ama yetmedi. Göremediğimiz bir sürü yer kaldı. Güzelyurt tarafına hiç gidemedik mesela. Bu 3 günlük geziden öğrendiğim, sadece güneş, deniz ve kumarhane turizmi beldesi olarak görmekle Kıbrıs’a haksızlık ettiğimiz. İlk çağlardan Roma’ya, Bizans’tan Lüzinyan’lara, Venedik’ten Osmanlı’lara, İngilizlere pek çok kültüre ev sahipliği yapmış Kıbrıs. Hepsi de kendine izler bırakmış adada. 

Faydalı Bilgiler
Kıbrıs’ta herşey pahalı, alkol ucuz. =) Biz, Cyprus Dorms Otel’de kaldık. (cyprusdorms.com) Girne’deki 5 yıldızlı tatil köyleri gibi değil. Sadece gece başımı yastığa koyabileceğim bir yer olsun diyenler için ideal. Odalarda tuvalet, duş, televizyon ve klima var. Bazı odalarda küçük bir buzdolabı var. Kahvaltı yok.  Kahvaltımızı, wi fi olanağı da sağlayan Simit Sarayı’nda yaptık. Öğle yemeklerini gittiğimiz yerlerde rastladığımız yerlerde yedik. Akşam yemeği için Girne’de Kıbrıs Evi’ni öneriyorum. Kıbrıs'taki en güzel ama en güzel yiyecek neydi ama biliyor musunuz ? Onların "çips" dedikleri patates kızartması. Nerede patates kızartması yediysek, hepsi de anne usülü kızarmıştı. Bira patates kızartması, Şeftali Kebabı'na 10 basar arkadaş. Şeftali Kebabı'na niye bu ad verilmiş ? Bunun da bir hikayesi varmış amma, pek inandırıcı gelmiyor kulağa. O nedenle yazmayacağım =D Ada içinde, kiraladığımız araçla seyahat ettik.

KIPRIS HatıraƧı =D






(Yazı ve fotoğrafların her hakkı Ayşe Keskalan ve KHBAG'a aittir.)
 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder